top of page

Arkadaş Dergisi-Röportaj (Mayıs 2011)

BİR ÇIKINTI VAR DİYORUM –NERDE KALMIŞTIK?

“Ama aslında çok sis var bu manzarada. Bazen farazi bir karakter, bazen insan, bazen kedi, bazen deli. Güzel olan da bu! Ne olduğumu bilmeden yaşıyorum.”

Şiir, toplumcu yapısından sıyrılma yolunda ilerlemekte, biz’in egemenliğini ben ele geçirmiş durumda artık –böyle de olmalı. Ancak, kültürel değerlerinden kopmuş olduğu asla söylenemez. Bu alaşıma yeni sözcükler, içsel dokunuşlar ve evrensel temalar da eklenmekte; hatta bu gelişim önüne geçilmez bir hızla ilerliyor diyebiliriz. Şiir, sistem karşıtı duruşu bozulmaksızın, yönelimler konusunda birçok çeşitlemenin boy gösterdiği bir süreçte dallanıyor. Böyle bir süreçte, okur “irtica” karşıtı olduğunu savunurken, öte yandan şiirdeki yeniliği bir türlü kabul edememekte. Şiirin bireyselleşmeye dönük sürecinde, artık savunulacak bir toplumun olmadığını ortaya koyan; bireyin kendini sorgulaması ve mutlak devinimini kırarak öte’ye uzanmasını ve bu sayede oluşacak birey komünleriyle, yenilikçi ve özgür kimlikler yaratılmasını öndeleyen bir izlekte boy veren; en az benim kadar kendini ortaya koymayı başaran bir kimlik…

“olur da bir gün ölürsen

etini yiyeceğim sevgilim

içimde çürü

toprağın altında değil”

Bu dizeler, bir “metafor cambazı” olarak, imgeleriyle ezberlediğimiz şiir’i parçalayan, zihnimizin onarmaya çalıştığımız parçalarını tek bir dizeyle yerle bir eden, kuşkusuz genç yazar Aybars Şenyıldız’ın kurgusal ve metaforik dünyasının ürünleri... Soğuk nevaleyi yıllarca soğuk revani olarak gülünç bir şeklinde dile vuran, çocukluğunu “gözlerimi kapattığım zaman insanların da beni görmediğini düşünüyordum” sözüyle kurnazca tanımlayan, bir çocuğun düş dünyasını metaforik oluntularıyla canlı tutmayı başaran Aybars Şenyıldız, - ki kendi kuyumu kendim kazıp övgüye değer bulunduğumdan üzüntüyle belirtiyorum - aynı zamanda 2010 Memet Fuat Genç Şiir Ödülü’nün de sahibi… Biz de, sert cümleleriyle, düşötesi imgelemleriyle ortaya koyduğu ayrıksı şiir’ini kendisiyle konuştuk.

Öncelikle formalite gereği, bize kendinizi tanıtmanızı isterdim ama şiirlerinizin sizi ele verdiği kadarıyla düşünüyorum ki kendinizi tanıma işini, diğer insanlar gibi öylece kestirip atamıyorsunuz bir yana. Dolayısıyla, bu kendini tanıma sürecini tamamlayana kadar sizden böyle bir istekte bulunamayacağım, ancak belki bize, kendinize dair birkaç ipucu verebilirsiniz. “Aybars Şenyıldız kimdir?” sorusunu çöpe atıyorsak, öyleyse nesiniz siz, neden var’sınız?

Bu iki soru aslında çok zor. Formalite gereği bir şeyler yapmak hep daha kolaydır ancak biz zor yolu seçmiş bulunduk bir kere. Tam olarak hatırlayamadığım bir doğumdan beri kendime sorduğum en büyük sorular bunlar. Ben bir yanılsamanın içinde hissediyorum kendimi. Bu yanılsamada varlık olduğuma dair çıkarımları, insan, erkek, genç, anarşist gibi çıkarımlar izliyor. Ama aslında çok sis var bu manzarada. Bazen farazi bir karakter, bazen insan, bazen kedi, bazen deli. Güzel olan da bu! Ne olduğumu bilmeden yaşıyorum. Uzam ve zaman değiştikçe değişen bir şeyim galiba. Bir arkadaşım beni akışkan bir şeye benzetirdi. Yatağına göre şekil değiştiren dere suyu gibi. Neden var olduğumu da böyle yanıtlayabilirim. Yağmur yağdığı için varım. Bu dünyada yağmur yağdıkça ben olacağım.

Biz de bunu tahmin ederek bu konuşmaca için yağmurlu bir günü beklemiştik. Umarız ki ödül günü de hava yağışlı olur; aksi halde, komisyonun, ödülü size vermek için yağmur duasına çıkacağını pek sanmıyorum. İlk olarak ödül öncesi ve sonrası sürecinizden bahsedelim. Ödül öncesi sürecinizde, yani şiire dadandığınız zamanlarda, biçeminizden sezebildiğim kadarıyla, sancılı bir dönem geçiriyor gibisiniz. Bu ataklarda başvurduğunuz metaforlar, bu imgesel oluşumlar sizi ne tür savaşlara itiyordu? Derdiniz neydi? Ve ödül şiirinizde neyi değiştirdi?

Evet, sancılı bir dönem geçiriyorum ve bu hep böyle olacak. Uygarlıkla ve masallarıyla büyük sorunlar yaşadım. Zihnimde uygarlığa karşı büyük savaşımlar veriyordum ve bu savaşlar bazen kendini dış dünyaya da vuruyordu. Zihnimde yendiğim uygarlık dış dünyada beni hep yeniyordu ve şiiri burada bir silah olarak değil bir tarih kitabı olarak tanımlayabilirim. Ödülün şiirimde neyi değiştirdiğini bilemiyorum çünkü iki aydır bitmeyen bir şiirdeyim halen. Bir şeylerin değişeceğini zannetmiyorum.

Şiiri, düzene bir karşı duruş olarak görüyorsunuz ve incelediğim üzere, şiirlerinize daha önce herhangi bir dergide yer vermemişsiniz. Bu, işin piyasa yönüne düşmanca bir bakış mı, yoksa bir kapanımı mı işaret ediyor? Öte yandan düzene karşıyken ‘yarışmacılık’ zihniyetine kapılarak düzenin bir parçası oluyor sayılmaz mısınız? Sizi yarışmaya, piyasaya iten nedir? Ne oldu da, dışarı akabilmek için, bu zırhlı kapanımda bir çatlak yaratabildiniz?

Bugüne kadar sadece bir fanzinde üç sayı yazımı paylaştım. Evet, piyasaya düşmanıyım ancak piyasa öyle bir haldeki onun içine girmeden yazılarınızı insanlara ulaştıramıyorsunuz. Ayrıca sen ısrar etmedin mi yarışmaya gireyim diye!

Lütfen, özel hayatımızı buraya dahil etmeyelim. İnsanlara ulaşmak dediniz, peki başka insanların sizi tanıması, sizi okuması niye bu kadar umurunuzda?

Bunu tam olarak bilmiyorum ama onlara dokunmak istiyorum. Onları dikenlerimle okşamak istiyorum. Ayrıca bu yarışmaya katılmamda önemli bir etken olan bir ölüm var. Suna Doğan öldü. Suna Doğan bizim küçük komünümüzün kraliçesiydi. Körfezde bir edebiyat sınıfında karşılaştık. O renkli çorapları olan bir öğretmen-öğrenciydi. Benden çok daha fazla yıl yaşamasına rağmen benden daha gençti. Tüm enerjisini bizim için harcayıp bir yılda yaşlandı. Beş yıl kadar hastalıklarla savaşıp, Aralık 2010’da öldü. Onun bir meyve vermesi gerektiğini düşündüm ve yarışmaya katılmaya karar verdim. Kitabım Yasakmeyve şiir kitaplarından yayınlanacak. Güzel bir tesadüf.

Bir meyve vermesi gerektiğinden bahsediyorsunuz; burada size sorular soruyor olmam, Suna Doğan’ın bir başka meyvesinin de varlığını kanıtlayacak nitelikte değil sanırım! Zaten yazarak bir meyve vermiş olmuyor musunuz? Şiirin de nesneler alaşımına sokulmaya çalışıldığı ‘yarışmacılık’ sektöründe, bu ödülü bir meyve olarak mı görüyorsunuz?

Yazdıklarımı genellikle çok az insan okur. Çok sayıda insan tarafından okunmasının, Suna'nın hoşuna gideceğinden eminim. Bu ödül de bunu sağlayan bir araç sadece.

Çizginizden ve sözcüklerinizden anladığım kadarıyla şiirde öndelediğiniz, bir sesten, bir ritimdense daha çok metaforlar. Şiirlerinizin her biri apayrı bir metafor çuvalı. Metafor bombardımanına tuttuğunuz şiirlerinizde yer yer öykümsel bir yapıya rastlıyoruz, ama bu yapının bütünsel olarak da varlığını koruduğunu söylemek oldukça güç. Sıklıkla karşımıza çıkan sekteler, sayıklamalar, sıçrayışlar… Okuyucu ne zaman bir ritim tuttursa, apayrı imgelemlerle, ilintisiz benzetmelerle şiiri keserek, bu ritmin bir yanılsama olduğunu yüzüne çarpıyorsunuz. Düzen bozuculuk şiirlerinizin çekirdeğini oluşturuyor gibi. Ne var ki bu kopukluğu, biçeminize dahil etmeyi başararak, bir sorundan öte, bir düşünce biçimi olarak sunuyorsunuz okuyucuya. Biçeminizdeki bu örtük işkencenin kaynağı nedir?

Kimse şiir okumanın rahat, zararsız bir şey olduğunu söyleyemez. Şiir doğası gereği çetrefilli bir yol bence. Şiirlerimin okuyucuya davranışı rüyalar gibi. Ne kadar rahat bir uykunun içinde olursak olalım rüyada hep bizi rahatsız eden bir şeyler vardır. Ya ondan kaçarız, ya kovalarız. Değişen durumlarla ve bu durumlara verdiğimiz tepkilerle rüyalarımız birer savaş alanına döner. Kaos hakimiyetini sürerken biz de rüyayla beraber değişik uzamlara akarız. Hayata karşı bir alternatiftir şiir. Rüya da öyle. Bu ortak özelliklerinden dolayı şiirin istemsizce rüyaya yaklaştığını söyleyebilirim. Ve güzel olan şeyler aslında bize daha çok işkence çektirir.

“uzun ve hususi bir yaratılış destanında

kelebeklerden bahsedilmemesine sinirlenmiş bir çöpçü”

Önceki denemelerinizden birindeki “çöpçü olalım, çöpçülerin elleri sıcaktır” söyleminizle, Tiamat’ın Cesedi’nde bahsi geçen ‘uzun ve hususi yaratılış destanı’nın kendi yaratılışınız olduğunu doğruluyorsunuz. Peki neden sıcak çöpçülerin elleri, daha doğrusu sizin elleriniz? Neden kelebeklerden bahsedilmemesine sinirleniyorsunuz? Bu sorulara cevap olarak, mutlak metaforun bir başka türevi de Yeşilin Sonu Yok Ki Ağlasın şiirindeki şu dizeyle karşımıza çıkıyor:

“elimizde kelebek tohumları

artık kurtulamayız metaforlardan”

Gelgelelim, bu örnekle üzerine basarak sormak istediğim şey, sizin için metafor nedir? Metaforu, kelebekler ve çöpçüler gibi kurtulamayacağınız bir bağımlılık olarak mı görüyorsunuz? Bu bağımlılık bir tutkuyu mu işaret ediyor?

Bir mühendis gibi ölçüp biçerek yazmıyorum ben şiirlerimi. Önceki denememde bahsettiğim çöpçü ve Tiamat’ın Cesedi’nde bahsettiğim çöpçü benim hayal dünyamdaki aynı çöpçü ancak Tiamat’ın Cesedi’nde bahsettiğim yaratılış destanı dünyanın yaratılışına dair. Babil mitolojisine göre, Marduk’un Tiamat’ı ortadan ikiye kesmesi sonucu dünya yaratılmış oluyor ve bu iki parça yer ve gök. Bu durum dünyayı bir ceset olarak tanımlama hakkı veriyor bize. O destanda kimse kelebeklerden bahsetmiyor ve benim hayal dünyamda maneviyat prensi olan çöpçü buna sinirleniyor. O çöpçü ben değilim. Küçükken çöpçü olmak istemişimdir ama olamadım. Çöpçünün kelebeklere sinirlenmesi metaforu aslında okuyucuyu bir genellemeye götürmek istediğim bir metafor. Bunu tam olarak anlatabileceğimi zannetmiyorum ama orada şunu söylemek istiyorum: bu dünyada o kadar yasa, kutsal kitap, mit var ve hepsi büyük konuşuyor. Bu büyük konuşmalar arasında sıkışmış bir kelebek o kelebek. Kimse ondan bahsetmiyor belki çok kısa bir ömrü var diye ama bu mitlerin, yasaların, kutsal kitapların pragmatist doğasına delalet ediyor. Anlatmak istediğim ama salt dille anlatamadığım şeyleri anlatmamı sağlayan şeylerdir metaforlar. Metafor dilin kısıtlı harflerden ve kelimelerden oluşan doğasına karşı bir başkaldırıdır.

Dikkatimi çeken bir diğer sözcük de kırmızı!

Avuntu adlı şiirinizde “avuntu kırmızıdır” diyerek bu sözcüğe köktenci bir anlam yüklerken Tiamat’ın Cesedi’nde “kırmızı yasaklanır kemiklerimiz isyan eder” dizesiyle yerdiğiniz bir düşünceye tutkuyla bağlanıyorsunuz. Öte yandan Kaçış Paradigması’nda “kırmızıya uzanan gözlerimizdir serseriliğin başlangıç noktası” şeklinde çıkıyor karşımıza “kırmızı”… Şiirlerinizde bir antagonizma yaratma çabası mı bu; yoksa bütünde bir rasgelecilik mi hakim? Bu çatışık anlamlar silsilesinde, şiir oluruna yazılmıyorsa eğer, çatışmanın çekirdeği nedir? Daha doğrusu kırmızı nedir?

Dedim ya, bir mühendis gibi ölçüp biçerek yazmıyorum ben şiirlerimi. Bazen zihnimdeki kırmızı bir tutkuyken bazen de avuntuyu, yani tutkunun zıt anlamı olarak görebileceğimiz bir şeyi tanımlayabilir. Uzamın ve zamanın değişimiyle zihindeki imgeler de değişir, her şey bir kurgu zaten. Kırmızı da her zaman değişebilme yeteneği olan bir imgedir benim için, tüm diğerleri gibi. Bu bazen antagonizma yaratabilir. Zaten uygarlıkla savaşıyorum ben. Bu durumda kendime “kırmızı hep aynı anlamda kullanılmalı gibi” kurallar dayatamam.

Hemen de kıvırın; yok mühendismiş uygarlıkmış! Konuya dönecek olursak, son olarak şunu sormak istiyorum: Neden Devrik Ölüm? Dosyanızın adı olan “Devrik Ölüm”, aynı zamanda “Ölük Devrim” “Kirvem Öldü” “Dölüm ve Kir” gibi varyasyonlarla gözlerden kaçmıyor değil! Şiir sorunsalı bağlamında, sizi bu çeşitlemelere iten nedir? Bu bir yer edinme kaygısı mı?

Bu çeşitlemeler hiç aklıma gelmemişti doğrusu. İlginçmiş!

Neden Devrik Ölüm? Kitabın ismindeki ‘devrik’ anlamını ‘devrik cümle’deki devrik’ten alıyor. Devrik cümleler, normal söz dizimine aykırı olarak, anlamı güzelleştirmek için yapılır ve yüklemi sonda olmaz. Başta ya da ortalarda bir yerlerde olabilir. Ölüme de bu ‘devrik’ sıfatını yakıştırıyorum. Ölüm hayatın sonunda olan bir şey değildir. Hep ölüm var ve anlamı güzelleştiren de bu. Ölüm hayatın her saniyesinde kendisini hissettirir. Her yeni saniye ölüme daha yakın olduğumuz bir saniyedir. Ölüm olduğu için mutluluk sepetimizi doldurmaya çalışırız, yazı yazarız ve ya romantik oluruz. Ölümsüz olsak hayat çok sıkıcı olurdu. Kitabımdaki şiirler de ölüm hakkında bu tanımı destekleyici bir duruş sergileyen şiirler.

Yoğun çalışma temponuzun(!) içinde bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.

İyi tamam.

O zaman Devrik Ölüm’den küçük ve doyurucu bir alıntıyla bitirelim.

Hep laf!

Bi sus la! Al bak en güzellerinden koydum. İyisin yine!

“yeni intiharlar keşfetmeli bilim adamları,

bir işime yaramaz artık daha hızlı bir bilgisayar

ya da el değmeden, katkı maddesi kullanılmadan yapılan bir yoğurt

kimsenin iyileşmeye ihtiyacı yok

‘insanlık çıkmazda’ dedi çoraplarım”

Röportaj: Atacan Öztekin

bottom of page